15 Aralık 2013 Pazar

Chang Song Thaek ve Abdulkadir Molla: İKİ İDAMIN ARDINDAKİ BATI’NIN İKİ YÜZLÜLÜĞÜ

Chang Song Thaek ve Abdulkadir Molla: İKİ İDAMIN ARDINDAKİ BATI’NIN İKİ YÜZLÜLÜĞÜ

Bu hafta içerisinde iki farklı devletin aldığı idam kararı geçti haberlerde arda arda.. 12 Aralık 2013 günü Bangladeş’te Cemaat-i İslami lideri Abdülkadir Molla’nın idam edildiği duyuruldu. 13 Aralık 2013 günü ise Kuzey Kore Komünist parti lideri Kim Jong Un'un eniştesi Chang Song Thaek'in idam kararı..

Dünya haberciliğine yön veren ve bir şekilde dünya gündemini oluşturan medyanın yayınlarını özel bir dikkatle takip ettim o 2-3 gün zarfında, tabi bu durum aslında bana Batı’nın bakış açısına ışık tutacağı için daha çok hatta..

Kuzey Kore 1948’den beri çoğu zaman normal bir insanın mantığı ve aklının alamayacağı uygulamalara imza atan totaliter Komünist rejime sahip kapalı bir devlettir. Anlaşılan odur ki; Kuzey Kore Komünist partide önemli görevler yer almış ve eski devlet başkanı Kim Jong İl’in kız kardeşi ile evli olan ve şimdiki başkan Kim Jong Un’un eniştesi olan Chang Song Thaek’in idamı Batı medyasının ilgi alanını daha çok ilgilendiriyor olacak ki, BBC gibi, CNN gibi yayın kuruluşları gün içinde defalarca özel yayın yaptılar konu ile ilgili.

Bangladeş’te idam edilen Abdulkadir Molla’ya ilişkin haber sayısı ve haber verme şekli Chang Song Thaek’e göre çok daha az ve cılızdı..

Batı, bir idama haber değeri verirken, bir diğer idamı geçiştirip adeta gözünü yumuyordu. Üstelik Kuzey Kore daha bir süre totaliter uygulamalarıyla Kuzey Kore olmaya devam edecek. Oysa Bangladeş artık aynı Bangladeş olmayacaktı, çünkü ortasına tam bir bomba atıldı ve Bangladeş’in içinden yeni bir Suriye, yeni bir Somali, yeni bir Arakan’ın doğması için adeta bir tohum ekildi.

Bangladeş’te Müslümanlar’a karşı idamlar yoğun olarak ta 2012 yılının sonlarından devam ediyordu. Hatta daha fazlasını söylemek gerekirse, bu bölgede Müslüman nüfusunu ve gücünü azaltma faaliyeti İngilizler bu bölgeden sözde “çıkarken” başlatılmıştı. Pakistan ikiye bölündü, Pakistan’ın hemen tüm nüfusu Müslüman, o dönem 1971 yılında Bangladeş’in nüfusunun %95’i de Müslüman. Gelin görün ki, çok değil 40 yılı çok az aşkın sürede Bangladeş’teki Müslüman nüfusu  genel nüfus artışına rağmen %90’ların altına gerilemiş durumda.

Şimdi de Abdülkadir Molla’nın idamıyla patlayan ciddi bir iç savaş tehlikesinin kucağında..

Hemen yanıbaşında eski adı Burma olan Myanmar var ve Myanmar’ın Arakan bölgesinde Müslüman azınlığa karşı soykırım uygulanıyor.

Haritayı biraz daha açarsak, Dünyadaki 1.7 Milyarlık Müslüman nüfusu dünyanın %23’nü oluştururken, bunun içinde de %62’lik kısmı Güney Asya veya Pasifik Asya dediğimiz bölgenin Müslümanlarından oluşur. Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Myanmar’da ki Arakan Müslümanları, Tayland, Patani, Filipinler, Moro ve Nepal Müslümanları, Srilanka Müslümanlarıdır.

Dünya bugün İslam deyince, Ortadoğu coğrafyasını akla getirirken, Müslümanalrın yarıdan fazlasının yaşadığı Güney Asya Müslümanlarına neden sessiz dersiniz? Üstelik Müslümanlar en büyük zulmü tam da bu bölgede görürken ?

Mesela resmi kayıtlara göre 160, gayri resmi kayıtlara göre 300 Milyon Müslüman Hindistan’da yaşıyor, gelin görün ki, Hindistan’ın Kaşmir bölgesinde yılalrdır Müslümanlar zulüm altında yaşıyor.

Bunun yanı sıra Patani Müslümanları var, yıllardır Tayland hükümeti tarafından ezilerek zulüm gören.. Filipinler’de Moro Müslümanları.. Sri Lanka, Nepal, Endonezya Müslümanları..

Bu coğrafyalarda Kuran’a göre mümin kardeş olduğumuz milyonlarca insandan kaçımız farkında ?

Biz farkında değilken, bunu çok iyi bilen ve değerlendiren Batı’nın yerüstü ve yeraltı gücü var ama.. Sonuçlarını izliyorsunuz.. Müslümanlar söz konusu olunca sus pus kalan BM ve insan hakları örgütleri, Komünistin ölümünü saatlerce konuşup Müslüman’ın ölümüne kör gözle bakan Batı medyası, siyasetçisi, yatırımcısı, kapitalisti...

Hatta biraz daha geniş açıdan bakalım.. Bangladeş’te bu idamlar kendi iç süreçleri sonucu olmadı.. Bangladeş dış elin müdahalesiyle bir iç dönüşüm yaşıyor bir süredir.. Son 1 yıl içindeki idamlar silsilesi buradaki dş el destekli sessiz devrimin neticeleri. Bugün Abdülkadir Molla’nın idamına sessiz kalıp gıyaben onay veren Batı, yarın Mısır’da Muhammed Mursi idamla yargılanırsa sesini çıkaracak mı sizce?

Mısır’da her gün hala çatışma ve ölümler sürüyorsa, Suriye’de her gün çocuklar silah, soğuk ve açlıktan ölmeye devam ediyorsa, Esed hala iktidardaysa, bu listeye artık Bangladeş de ekleniyor ve Batı hala susuyorsa ?

BİZ MÜSLÜMANLAR DAHA NE KADAR KAFAMIZI KUMUN İÇİNDE TUTMAYA DEVAM EDECEĞİZ ?

Tarih gösteriyor ki, Batı sadece kendine “adil” ve “merhametli”.. Bu adaletini taa Haçlı Seferlere kadar götürüp izleyebiliriz.. Peki 700 senelik bu ders yetmedi mi? Batı birlik, Hristiyan birlik iken, biz kendimizi bu derin hesabın içinden nasıl kurtaracağız?

Müslümanlar el ele verip dinde, fikirde, ilimde, tekonolojide, sanatta, eğitimde, ekonomide, siyasette birlik olmadıkça gücüne güç katamaz. Bu çağ ve tüm izlediklerimiz birleşme zamanının aciliyetini artık kapımıza dikildiğini gösteriyor.


Zaman uyanıp birlik olma zamanıdır..

Merve Ferda Özcan

_

2 Kasım 2013 Cumartesi

TÜRKİYE IŞILDADIKÇA NEOCONLAR KARARIYOR

TÜRKİYE IŞILDADIKÇA NEOCONLAR KARARIYOR

Son bir süredir Türkiye’nin uluslararası sahnede çokça konuşulan, tartışılan bir süreçte  olduğunu biliyoruz.. Öyle ki, dünya kamuoyuna yön veren ve Batı’nın bir nevi “sesi” olan yayın grupları Türkiye’yi dillerinden hiç düşürmez oldular..

Türkiye konusunda 2 tür haberin yapıldığı dikkat çekiyor..

1)      Türkiye’nin son 10 yıl içinde gerçekleştirdiği ekonomik dönüşüm ve demokratikleşme, derin devletin vesayet rejimiyle mücadele etme konusunda attığı önemli adımlar ve Türkiye’nin küresel sahnede güçlü ve etkin bir aktör olarak yer almaya başlaması
2)      Türkiye’nin bölgesel sorunlar, komşularında ve bölgede yaşanan olumsuz siyasi ortam, savaşlar, krizlerle beraber anılıp, Türkiye’nin iç dinamiklerine ve kurumlarına ilişkin sansasyon çıkaracak haber trafiğinin oluşturulması

Birbirine zıt gibi görünen bu haber silsilesi esasında Türkiye’nin içinde bulunduğu gerçekleri doğrudan yansıtır.. Bir yandan hızlı yükseliş, ekonomik, siyasi, demokratik, kültürel, bilinçsel ilerleme; öte yandan sürekli etrafında ve içinde yürütülen ciddi güç ve hakimiyet mücadelesi ve bu mücadelenin bir neticesi olarak ortaya çıkan Şahin Neocon kanadın Türkiye’nin hızını kesme çabası.

Türkiye’nin bir süredir içinden geçtiği gelişmelere bir göz atarsak;

-          Türkiye ekonomisi son 10 yılda 3.5 kata yakın artarak 230 milyar dolardan 786 milyar dolara çıktı
-          Türkiye Dünya’da 26. Ekonomiden 17. Ekonomi durumuna geldi
-          Yüzde 77'ye varan enflasyon oranı bugün %4,6’lık seviyelere indirilebildi
-          Ocak 2012’de Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nda hemen tüm oturumlarda Türkiye’nin Avrupa ülkeleri kriz halindeyken krizekarşı dirençli başarısı konuşuldu
-          14 Mayıs 2013 tarihinde IMF borcunun son taksidi ödenerek, Türkiye IMF’ye borcu olan ülkeler listesinden çıkmıştır
-          Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları (Moody’s, Fitch) birer birer Türkiye’nin notunu "yatırım" seviyesine (investment grade) yükseltti
-          AB’nın açıkladığı son Türkiye ilerleme raporunda en olumlu kısım ekonomik gelişmeye ayrılmışken, Türkiye’nin artık istenilen Pazar ekonomisi düzeyinde olduğu kaydedildi ve ayrıca Türkiye’nin gerçekleştirmeye çalıştığı demokratikleşme paketlerinin memnuniyetle izlendiği belirtildi
-          Dünya Bankası Başkanı Jim Yong Kim son Ekim 2013’teki 5. İzmir İktisat Kongresi'nde yaptığı konuşmasından: "..Türkiye, 2023 için ortaya koymuş olduğu son derece önemli hedeflerle bu yolda yürüdüğünü göstermektedir, makroekonomik yönetimde ve yapısal reformlarda son derece kayda değer gelişme kaydetmiştir.. Türkiye'nin ekonomi ve kalkınma alanında kaydettiği başarıları, dünya politikaları şekillenirken paylaşıyor olması büyük bir önem taşımaktadır.

Türkiye sadece ekonomik olarak değil, düşünsel ve bilinçsel düzeyde de önemli gelişme sağlamaktadır ve bu şekilde özgürleşme, demokratikleşme, daha öncelerde vesayet yaklaşımıyla halkın ve bireylerin değerlerine konan kısıtlama ve yasaklardan tek tek kurtulmaktadır. Şüphe yok ki, bu demokratikleşme çabası son derece geniş ve ülkenin her yaşam alanına dokunan detaylı ve uzun vadeli, en önemlisi kararlı bir çaba gerektirmektedir. Bugün ise, bu çabanın yavaş yavaş sonuç vermeye başladığı  günleri görüyoruz.

Atasözümüzün dediği gibi; “İşleyen demir ışıldar”.. Demokratikleşme ve özgürleşmedeki kararlılığından vazgeçmedikçe, Türkiye ışıldamaya devam da edecektir..

Ve yine dünyadaki organize Neocon lobisinin Türkiye’ye karşı başlattığı kampanyaya bakılırsa, Türkiye’nin doğru yolda olduğu anlaşılır..

İşleyen Türkiye’nin ışıldaması:
§  Ortadoğu’yu kontrol altında tutmak isteyen,
§  Türkiye’nin başarı örneğinden Türk ve İslam dünyasının faydalanmasını ve böylelikle Türkiye’nin liderliğe yükselmesini istemeyen,
§  Türk ve İslam dünyasının tek bir ülkü ve ortak amaç bayrağı altında birleşmesinden çekinen,
§  bunun için İslam dünyasına ayrılık tohumlarını, yapay çatışma araçlarını serpen,
§  diktatörleri ve onların kanlı rejimlerini destekleyen,
§  İslamofobi’yi Batı kamuoyunda Müslümanlara karşı bir çekince oluşturmak için kullanan ve İslamofobi’yi desteklemek için terör örgütlerine el altından destek veren,
§  Dünyadaki Müslümanları mezhep çatışması ve etnik sorunlarla bölmeye çalışan,
§  bağnazlık ve hurafeyi yayan sözde dini liderlerle gizli anlaşmalar yapan

yapıyı rahatsız etmiş olacak ki, İsrail derin devleti olsun, ABD’deki Neocon’lar olsun bunlara yakınlığıyla bilinen yayın organları ‘istihbarat savaşlarına’ girişerek Türkiye’nin imajını zedeleyici  ve müttefiklerimizle ara bozucu yayın taktiğini geliştirmişlerdir.

Ne var ki, tüm bu çabalara rağmen, Türkiye’nin dövülen ve işleyen demir gibi parıldamasını sağlayacak olan önemli gücü var. Başta maneviyatıyla, aklıyla, ahlakıyla, hoşgörü ve sevgi kültürüne bağlılığıyla, Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Sünnisi, Alevisi, Süryanisi, Ortodoksu ve Musevisiyle tek yürek olan halkımız bizim en ayrıcalıklı gücümüzdür.  Bu halkımızın ilerleme, eğitim, kültür, sanat, bilim, teknoloji, özgürlüklerin sağlanması, hoşgörünün yerleşmesi, derin devletin ve terörün bitirilmesi, demokrasinin evrensel ve ahlaki standartlar çerçevesinde yaşamımızın her alanına işlemesi konusunda göstereceği çaba ve kararlılık, Türkiye’nin hızının kimse tarafından kesilememesini sağlayacaktır.

Bu gücümüzle ne İslamofobi, ne derin oyunlar, ne de terör içimize yerleşip bizi yıkma alanını bulamayacaktır. Aksine milletimizin İslam’ı barış, modernlik, hoşgörü ve ilim içinde yaşatması tüm Dünyaya İslam’ın referansı olup, derin ittifakların kirli oyunlarını boşa çıkaracaktır.
 


Ferda Özcan


14 Ekim 2013 Pazartesi

BİRLİK OLMAK NEDEN BU KADAR ÖNEMLİ

BİRLİK OLMAK NEDEN BU KADAR ÖNEMLİ

Bugün Ortadoğu’dan Asya’ya, Afrika’dan Sibirya sınırlarına kadar baktığımızda 1,6 Milyar nüfuslu İslam dünyasının birçok ülkesinde her gün şiddet, çatışma, soykırım ve iç savaşların yaşandığını izlemekteyiz..

İzlemekteyiz” sözcüğü aslında Müslümanların ve insanlığın adına son derece utanç vericidir.. Çünkü İslam Dünyası, bu kadar haksızlık ve acıyı izlemenin ötesinde, gerçekten önlem alma ve bu genel şiddete son verme yolunda ciddi adımlar atmış değil..

İSLAMOFOBİ'YE KARŞI REFERANS KURAN'DAKİ HAKİKATLER OLMALI

Oysa çevremize ve doğaya daha ilk bakış attığımız an, büyüklerimizin “Birlikten Güç  Doğar” atasözünü doğrulayan birçok referans bulabiliyoruz. Allah, Kuran’da da bildirdiği gibi, canlıların sosyal yaşamlarından doğadaki mühendisliğe kadar insanlığa ayetler, yani işaretler bildirmektedir..

Karıncaların mükemmel koloni yaşamları, arıların kurduğu kusursuz kurallı şehirler, kuşların göçlerinde uyumlu düzen, fillerin yardımlaşması ve bunun gibi daha sayısız verebileceğimiz örnek, birlikte hareket etmenin hayatta çok daha güçlü kıldığını, düzen sağladığını, daha zor yenilir olduğunu göstermektedir. Bugün tıp biliminden makina ve kimya mğhendisliğine kadar bilim insanları doğadaki kurallar ve ilimden ilham alarak taklit ederken, çok açık ve net ayetlere rağmen biz Müslümanlar neden “Birlik Olmayı” barışı ve huzuru sağlamada referans alabilmiş değiliz?

Oysa Batı dünyasının Müslümanlara karşı referansı, uzun süredir geliştirdiği “İslamofobi” ve bunu referans olarak almakta sağladığı hemfikir olma birliği var.. Bu birlik olmaları neticesinde güç sağlıyorlardı bugüne kadar. Bu çerçevede derin Batı örgütlerinin yıllarca beslediği El-Kaide ve Taliban gibi örgütler İslam’a karşı birleşmede ciddi referans noktaları olurken, İslam dünyasının Batı’yı yanıltacak, İslamofobi’yi yıkacak birlik olma duygusuyla hareket eden bir referans noktası şu anda yoktur..

Sorun da esasında tam da bu noktadadır, tıpkı çözüm noktasının tam burasının olması gibi..

İSLAM DÜNYASININ ACİL BİRLİK KURMASI LAZIM

İslam Dünyasının çok acilen artık kendi birliğini kurması gerekir.. Bu birliğin kurulmasına acilen birinin liderlik etmesi gerekir.. Bu ihtiyaç elzemdir ki, İslamofobi’nin ne kadar yapay olduğunu göstermek için, El-Kaide, Taliban gibi terör örgütlerinin İslam ve Kuran ahlakıyla hiçbir alakasının bulunmadığını göstermek için, bağnazca yaşam tarzı ve geleneklerin İslam dininden asla kaynaklanamayacağını, aksine İslam dinini toplumsal yaşama son derece yüksek bir hoşgörü, sevgi toplumu ve ahlak düzeni anlayışını kazandırdığını göstermek, anlatmak, öğretmek için..

Biz Müslümanlar Batı ve tüm Dünya’ya bunu anlatamadığımız ve kaliteli yaşamımız ve birlik olma kararlılığımızla gösteremediğimiz sürece, derin dünyasının önderliğiyle Batı, bize karşı İslamofobi beslemye devam edecek ve şu anda birçok Müslüman ülkede yaşattığı kaosu, fobisini desteklercesine yaşatmaya devam edecektir.

Oysa, Müslümanların kuracağı İslam Birliği, tüm kurumları, uygulamaları, bağlı ülkelerdeki adalet ve kültür düzeni, teknoloji ve bilime yaptığı yatırım ve geliştirmeleri ve en başta sevgi, anlayış, hoşgörü, hak, hukuk ve ahlak toplumu düzenleri başta Batı olmak üzere İskandinavya’dan Uzakdoğu Asya’ya kadar İslam denilince, bir referans alma noktası olmalıdır.

Böyle olmalıdır ki;

-          Çin Sincan’daki Uygur Türkü kardeşlerimize zulüm planları yaparken bin kere düşünsün ve vazgeçsin.
-          Sudan’ı istila etmiş sömürgeciler buradaki Müslümanları iç savaş planlarına alet etmeyi düşünemesin.
-          Suriye’de olduğu gibi komünist rejimler barınamasın ve her tür insani değerleri hiçe sayarak 2 yılda 120 binden fazla kadın, çocuk, yaşlı genç demeden ölüm saçamasın.
-          Hiçbir derin örgütlenme İslam’daki mezhepleri bir ayrılık ve çatışma meselesi olarak kullanamasın, Müslümanların birlik olmaktan vazgeçmeyeceğini, bölme planlarının hiçbir zaman işe yaramayacağını iyi bilsin.
-          İslam Birliği öyle güzel referans olsun ki genç nesillere, terör örgütleri militan bulamamaktan yok olup erisin, gençlerin gözü-aklı dağda değil, bilimde, üniversiteler, akademilerde olsun.
-          Afganistan, Pakistan, Irak, Nijerya, Kenya’da bombalar patlayamasın, çünkü insanlar İslam adına terörün işlenemeyeceğini, intihar edilemeyeceğini çok iyi bilsin.
-          İslam Birliği sanatın, mimarinin, bilimin, modanın da takip noktası olsun, çünkü Allah Müslümanların her şeyiyle dünyaya örnek olmasını ister.

İşte bu çözüm sadece Müslümanların huzuru değil, tüm Dünya’nın huzuru ve güven duyması için elzemdir. Şu anda Batı’nın Dünya’nın tehdidi olarak İslam’ı seçmiş ve göstermiş olduğuna göre, İslam Birliği’nin böyle bir tehdit ve zan altında kalmamıza acilen son vermesi lazımdır.

Ferda Özcan



15 Eylül 2013 Pazar

SONBAHAR DİRENİŞİ ÇAĞRILARI ASLINDA NEYE KARŞIDIR?

SONBAHAR DİRENİŞİ ÇAĞRILARI ASLINDA NEYE KARŞIDIR?

Eylül’ün gelmesiyle birlikte Ergenekon tutuklularından  gelen “Sıcak Sonbahar Eylemleri” vaadi birçok şekliyle kendini göstermeye başladı. Bu eylemlerin 2.Taksim ayaklanması üzerinden temel amacının bir devrim ve hükümet darbesi olduğunu da hepimiz biliyoruz artık..

Tıpkı 80 öncesgi yıllardaki gibi, toplumu ayrıştıran demeçler, 28 Şubat sürecindeki gibi, ülkemizin dindar kesimini hedef alan kamuoyu yönlendirmesi için bazı medya ve iş dünyası organizasyonları, sokak hareketlerine yönelik yasa dışı sol örgütlerin taşeron olarak kullanılması ve huzursuzluğun gençliğin arasına, üniversite kampüslerine taşınması gözlemlenebiliyor.

Öte yandan çekilmekten vazgeçmiş görünen PKK’nın Gezi Ayaklanması furyasına katılarak sözde devrimin bir tarafı olması bir diğer gündem olgumuzdur.

Bu öyle paradokstur ki, hükümeti ne pahasına olursa olsun devirmeyi ve kendi düzenini döndürmeyi amaçlayan odaklar, barış sürecinin çökmesiyle suçladıkları hükümeti devirmek uğruna adeta PKK terör örgütü ile ona her türlü yarayacak ideolojik-eylemsel işbirliğine girmiş durumdalar.

İkinci Gezi eylem hazırlığı sürdükçe, PKK-KCK ellerini ovuşturarak, yaptığı derin anlaşma gereği, eylemlerden beklediği sonuçtan ötürü umudunu kuvvetlendiriyor olmuş olacak ki, sözünü verdiği silahlı kanatların ülke dışına çıkarılmasını durdurmuş vaziyette.

Peki, ülkemizde ne olmaktadır ki, ellerinde olsa askeri darbeye de hemen “evet” diyecek odaklar, Gezi ve İkinci Gezi’yi ülke çapında organize etmektedir?

Ergenekon, Balyoz Dava süreçleri, Ceza Kanununda yapılan değişiklikler, Demokratikleşme süreci kapsamında uygulmaya konan birçok usûl ve uygulama değişikliği veya bilinen adıyla ‘Demokratikleşme Paketleri’ eksikleri olmuş olsa da, özellikle son 30 yıl içinde siyasal, ekonomik, sosyal ve en önemlisi demokratik hayatımızın aşağıda sıralanan utanç noktalarını temizlemeyi hedeflemiştir. Bu beyaz sayfaya geçiş, yeni neslimizin bir daha bu zorba, kısıtlama ve baskıları yaşamaması ve toplumumuzun siyasi, dini, kültürel, etnik tarafı ve inancı ne olursa olsun bir arada huzur ve barış ortamı içinde yaşaması adına toplum olarak hepimizin en büyük arzusu ve ihtiyacıdır. 

FAİLİ MEÇHUL CİNAYETLERİ
1990’lı yılların özellikle 1992-1993-1994 kesiminde faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar, gözaltında ya da cezaevinde hayatını kaybetme olylarının en zirve yaptığı seneler olmakla birlikte, bu ihlallerin ve suçların kayda alınması konusunda bile eksik çalışmalar, karartılmış veya yok edilmiş belgeler söz konusudur.

1990-2011 yılları arasında bilinen faili meçhul cinayet sayısı 1.901’dir. Faili meçhul cinayetlerin en yoğun yaşandığı dönemler, 1992-1993-1994 yılları. 1990’da 11, 1991’de 31 olan faili meçhul cinayetler, 1992’dan itibaren tırmanışa geçiyor. 1992’de 362, 1993’te 467, 1994’te 423 faili meçhul cinayet gerçekleşiyor. Bunların birçoğu hala aydınlatılamamış siyasi cinayetlerdir. [*]

DEVLET VE ORDU MENSUPLARINI DA İÇİNE ALAN DERİN ÇETE VE ÖRGÜTLENMELER
1990’lılarda varlığı devlet kurumları tarafından bile onaylanmayan ve kendi inisiyatifiyle çalışan, birçok yeraltı isim ve örgütle karanlık bağlantılara sahip, devlet içinde küçük krallıklar oluşmuştur.

Bu örgütlenmeler aralarında da bağ kurarak kendi finans akışlarına, basında, medyada istedikleri kamuoyunu oluşturacak organlara, siyasetçilere istedikleri yasa ve kararnameleri çıkartacak baskı araçlarına, ordudaki bazı mensupları eliyle silah gücü stokuna, faili meçhulleri işletecek infaz kurumlarına, terör örgütlerine de eylem yaptıracak bağlantı ve finansman kaynaklarına sahiptir.

İŞKENCE YÖNTEMİ VE İKNA ODALARI
1990’lı yıllar işkence yöntemiyle suç işlememiş ve herhangi bir suç unsuru oluşturmayan faaliyette bulunanlara kendi derin örgüt sistemine şu ya da bu şekilde tehlike arz ediyor gerekçesiyle, suçu kabul ettirme ve suçu üstlenme dönemi olarak da meşhurdur. Ergenekon dava süreci ile su yüzüne çıkmış ve kanıtlanmış işkence failleri arasında devletin üst düzeyli bürokrasisinde yer almış insanlar da vardır. Üstelik suçları arasında yalnızca işkence değil, işledikleri işkence suçlarına ilişkin delil karartma, evrakları yok etme ve sahte evrak düzenleme gibi suçlar da sabit  bulunmuştur. Bu kapsamda özellikle Adil Serdar Saçan ve ekibinin işkence davası en bilinen ve ses getiren örneğidir.

DEVLETE VERİLEN EKONOMİK ZARAR
1990’larda ard arda gelen ekonomik krizlerin yapay olduğunu bugün artık biliyoruz. Yukarıda bahsettiğimiz derin örgütlenmeler, ya hükümet devirmek ya da devletin kasasını kendi hesaplarına boşaltmak amacıyla 1990 ve 2000’lerin en başında sık sık kriz senaryolarını uygulamışlardır.

28 Şubat darbesinin devlet kayıtlarına geçmiş olan resmi zararı 251 Milyar TL olarak açıklanmıştır, ki bu o dönemin Türkiye Milli Gelir’inin 1,5 katıdır. Fakat ne var ki, 28 Şubat darbesinin yol açtığı 2001 krizinin geniş çaplı zincirleme zararları da düşünülürse, Türkiye ekonomisine vurduğu darbe 300 Milyar dolara, yani yaklaşık 450 Milyar TL anlamına gelmektedir.

TOPLUMUN KUTUPLARA AYRIŞTIRILMASI
1990’lı yıllar ve özellikle 28 Şubat darbesiyle Türkiye’yi zayıflatmayı hedefleyen en güçlü araç toplumu etnik, mezhepsel ve dindar-dindar olmayan kutuplara bölücü çalışmalardı. PKK bölücü terörü bu yıllarda ortaya çıktı, bağnaz ve gerici tarikatların medyada yaygın tanıtımı bu yıllarda yoğun şekilde yapılarak, Türkiye’de tüm dindar kesim bu tanıtımlar vesilesiyle zan altında bırakılıp laikliğin tehlikesiymiş gibi algılatıldı. Buna dayanarak okullardan devlet dairelerine kadar tüm ortak kamusal alanlarımız başlıca bölünme noktalarımız haline getirildi.

Başı açık veya örtülü kadınlar komşuluk yaparken ve bir sofrayı paylaşırken kamusal alanda yan yana o halleriyle bulunamıyordu. Türk ve Kürt bin yıldır kardeşken ve aynı sofradan ekmeğini yerken, Kürt kardeşin çocukları PKK’ca dağa kaldırıyor iki kardeş arasında uçurumlar kazınıyordu. Alevi de, Sünni de aynı Allah’ın kulu ve aşığıyken, Alevi kardeşimiz birilerince fişleniyor ve Sünni kardeşe haşa dini yokmuş gibi lanse ediliyodu.

Hal böyleyken, yıllarca zarar gören Türkiye ve Türkiye’nin her kesimden insanı oldu. Aynı vatan için savaşlarda saf tutmuş ecdadın evlatları bugün birbirine zıt kutuplara itiliyor, ceplerinden hakları çalınıyor, en temel haklardan inanç ve ibadet hakkı rejim tehlikesi gösteriliyor... Türkiye kutuplaştırılarak zayıflatılıyordu.

Son verilmek istenen düzen bu düzendir. Ergenekon Terör Örgütünün deşifre edilmesi ve arkasından gelen bunca dava, hala deşifre edilmesi gereken medya-siyaset dünyası-iş dünyası derin ilişkilerinin araştırılması, ‘barış süreci’ çalışmaları - hepsi karanlık düzenin son bulması ve birlik beraberlik içinde nefes alan, gücüne güç katan, insanının birbirine derin saygı ve hoşgörü içinde modern Türkiye içindir.

Ve eğer bugün ülkemizde ayaklanma yapılıyor ve Ergenekon davasını, Balyoz davasını, 28 Şubat davasını istemiyoruz deniliyor, dedirtiliyorsa... siz düşünün amaç o eski düzene dönmek mi, yoksa Dünya’da müthiş güç kazanmaya başlayan Türkiye mi?


Kaynak:
[*] TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyon raporlarından

Ferda Özcan









7 Eylül 2013 Cumartesi

TOPLUMUN PUSULASI SEVGİ OLMAZSA İÇİMİZDEN BEŞŞAR’LAR, SİSİ’LER DE ÇIKAR

TOPLUMUN PUSULASI SEVGİ OLMAZSA İÇİMİZDEN BEŞŞAR’LAR, SİSİ’LER DE ÇIKAR

Balyoz Davası esnasında “Rüvanş alacağız,  bir sürü hesaplaşma olacak, çok insanın canı yanacak. Çoluğuna çocuğuna kadar...”, Ergenekon davası esnasında da “Sıcak bir sonbahar yaşatacağız...” tehdit mesajları gelmişti içerideki tutuklulardan... Sonra da bu rövanş mesajlarının arkasında duran bazı medya, gazete ve köşe yazarları, Mısır’daki son Haziran 2013 kanlı askeri darbesi üzerinden hem Başbakan Erdoğan’a, hem hükümete gözdağı verme kampanyasına giriştiler..

Bırakın Mısır’ı, bırakın Suriye’yi kendi hallerine” dediler, “Darbeler bazen iyidir” dediler. En yaygın psikolojik yöntem ise Mısır’daki Sisi darbesini Gezi ile karşılaştırıp, Mısır darbesi ruhunu (ya da ruhsuzluğunu) Gezi ruhu ile pekiştirmek oldu...

Burada daha Balyoz esnasında verilen o rövanş mesajının tekrarını alıyorduk aslında.. üstelik o mesaj ne sadece Başbakana, ne de sadece hükümete karşı idi. Ülkemizde darbelerin, binlerce faili meçhulün, derin çeteleşmelerin, devlet içinde derin devletin dönemini artık kapatmak isteyen, bunun hesabını hukuk önünde arayan, katliamlara, işkencelere karşı duran, artık gerçek demokrasi, gerçek fikir özgürlüğü ve sevgi toplumunun tesis edilmesini isteyen halkımıza karşı verilen bir gözdağı idi.

Ülkemizde Ergenekon’u savunan köşeler, Mısır’da, demokrasi hakkını geri isteyen halkın üzerine keskin nişancı ateşini, tankları, 2000’i aşan ölüyü görmezden geldi. Yine bir takım köşe yazarları, Mısır’daki darbeyi aklayıp sözde bir demokrasiye geçiş aracı olarak sunarken, oradaki katliamları Gezi eylemlerindeki müdahale ile karşılaştırmaktan geri durmadılar.

“Gezi ayaklanması”nı tasarlayanlar, ülkemizde “diktatörlük var” ajitasyonunu yaptığı sırada, Beşşar Esed’in 2 yıldır katletmeye devam ettiği 100 binden fazla insana sessiz kaldı. Tıpkı Birleşmiş Milletlerin samimiyetsiz, kayıtsız, iki yüzlü davrandığı gibi, bazı sesler ancak kitlesel kimyasal silah kullanılınca çıkar gibi oldu.. Ve ne var ki bu süreçte “diktatör” ve “diktatörlük” evrensel tanımlarının bile çarpıtılmasıyla karşı karşıya bırakıldık.

Bu sessizlik ve oluruna bırakma isteği, Esed’in, Sisi’nin rövanşın nasıl alınacağına, çok canın nasıl yakılacağına emsal olmuş olmasından mı kaynaklanıyordu acaba ?

Yoksa hangi vicdan sınırımızdaki katliamdan kaçmış onbinlerce Suriye’li komşusuna, soluduğu gazdan çırpınarak ölen binlerce bebeye, silahsız şekilde seçme hakkını savunurken keskin nişancı kurşununa kurban giden gençlere veya daha uzaklarda Myanmar’da dikta rejiminin yaşama alanı bırakmadığı Müslümanlara, Doğu Türkistanlı genç kız kardeşlerimize, bombalarla uyanan Somalili çocuklara kayıtsız kalabilirdi ki?

Eğer içinde vicdan terazisini canlı ve hassas tutacak ahlak ve sevgi yoksa, evet, vicdanlar kayıtsızlaşır. Bu tür soğuk kayıtsızlığın yayıldığı toplumlardan nicedir Sisi’ler, Beşşar’lar, Balyoz’lar, Ergenekon faili meçhulleri, derin devlet darbeleri, 28 Şubat’lar çıkar...

Böyle toplumlardan “Birbirimizi Allah için sevelim” diyebilecek devlet yöneticileri kolay çıkmaz, diktatörler ise hiç barınamaz zaten. Asıl diktatörlüğe oynayanları halk sorgular, hukuk sistemi içinde, mahkemelerin önünde.. İşte tam bu yüzdendir ki “Bırakın Mısır’ı, bırakın Suriye’yi” diyenler sevgi mekanizmalarının topluma yerleşmesini tehlike olarak görür. İnsanın özünde iyi ahlakı ve sevgiyi yetiştiren bu mekanizmayı çeşitli yöntemler ve söylemlerle karalar, “Beyaz Türk” oluverirler, diğerleri “Kara”...

ARTIK TÜRKİYE’NİN PUSULASI SEVGİ VE İYİ AHLAKTIR

Bugünün Türkiye’si, içindeki Beşşar ve Sisi’leri ve alkışlayıcılarını barındırmayacak kadar ilerlemiş bir topluma sahiptir. Her haksızlığı çok iyi sorgulayabilen ve toplumsal vicdan terazisini gayet iyi çalıştırabilen bir toplum olma yolundayız. Bu yoldayız ki, Ergenekon Terör Örgütünün, faili meçhul sorumlularının, darbe senaristlerinin, işkencecilerin, devletin kasasını boşaltanların kapısını araladık, ilerliyoruz.

Galeyana gelip, Taksim’lerde Tahrir’lerin yaşanmasına izin vermiyoruz.

Mazlumun, muhtacın, ezilenin yanındayız. Tüm dünyanın sessizliğine rağmen biz susmuyoruz. Türk devletlerinin, İslam ülkelerinin Birliğine çağrı yapıyor, öncülük ediyoruz.

Çünkü biz sevgi dolu Türkiye’yiz.

Ferda Özcan
Twitter: @FerdaOzcan


14 Ağustos 2013 Çarşamba

“HARRY POTTER” (DANIEL RADCLIFFE) GERÇEK ÖYKÜSÜNÜN BİZE ÖĞRETTİKLERİ..

“HARRY POTTER” (DANIEL RADCLIFFE) GERÇEK ÖYKÜSÜNÜN BİZE ÖĞRETTİKLERİ..

Küçük yaşta 'Harry Potter' serisiyle şöhrete kavuşan 24 yaşındaki oyuncu Daniel Radcliffe, alkol ve uyuşturucunun pençesine düştü. Birkaç yıldır alkol sorunu yaşayan Daniel, gün geçtikçe daha çok alkol kullanıp, uyuşturucu bağımlısı da oldu ve en son geldiği nokta onu tanınmaz hale getirdi..

In Touch” dergisi, genç oyuncuyla ilgili şu yorumda bulundu: "Daniel, şöhretle çok erken yaşta tanışan birçok oyuncunun yaşadıklarını yaşıyor. Bu genç yıldızların güvenilir bir arkadaş çevreleri yok. Medya baskısı altındalar. Aileleri, bulundukları sektörle ilgili kendilerine tavsiyede bulunacak bilgiye sahip değil. Bir an büyük bir popülarite, bir an unutulmuşlukla yaşıyorlar. Bunu kaldırabilmeleri çok kolay değil. O yüzden alkol ve uyuşturucu, hayatlarında önemli bir yer tutuyor."

Daniel Radcliffe örneği, şöhretin zirvesindeyken alkol ve uyuşturucu nedeniyle hayatları sönen ünlü örneklerinden yalnızca biridir, henüz 30 yaşını göremeden uyuşturucu ve alkol batağında, tüm servetlerine ve şöhretlerine rağmen yapayalnız v e sevgisizlik ortamında ibretlik ölümler gördük kısa yakın geçmişte... Amy Winehouse, Kristen Pfaff, Casey Johnson, Anna Nicole Smith sadece birkaç örnektir.

Erken yaşta gelen şöhret ve para ama öte yandan içi bir değerle doldurulamayan bir yaşam ve bu değersizliğin, bunca hayran kitlesine rağmen sevgisiz ve yalnızlığın içinde kaldıkları mutsuzluk var hayatlarında.

Bu mutsuzluğun içindeyken çıkarcı çevre, akbaba gibi etraflarında bekleyen uyuşturucu tacirleri, magazin medyası, servet avcıları, kısacası kötü niyetli insanların pençesine düşüş çok kolaydır. Çünkü nefislerini koruyacak bir ruh hali ve düşünce sistemi, arkalarından kollayacak iyi dost, kardeşçe doğru tavsiyelerde bulunacak iyi gün-kötü gün yakınları yoktur.

Böyle bir yaşam sürerken ne para, ne servet, ne de hayranları böylesine kötü sona mani olamıyor işte gördüğümüz gibi.. Ve her şey bu dünyada kalıyor.. birkaç kısacık şöhret yılından sonra ya genç yaşta ölüm, ya da kimsenin artık hatırlamadığı sefil bir yaşam.. Bu örnekler ibretliktir!

Aile, arkadaş çevresi ve makro planda toplumda sevgiyi yaşatamadığımız sürece kendi toplumumuzun içinden de, vicdanlarımıza sığmayan böyle örnekler vermeye devam edeceğiz.. Bu örnekler en çok Batı tipi tüketim toplumundan çıkıyor, çünkü manevi birliğin ve sevginin yitirmişliğini en çok onlarda görüyoruz.. Sevginin yaşatılmadığı toplumlar ne şöhretlerine sahip çıkar, ne de ellerinden tutar, tam bir tüketim toplumudurlar ve en hızlı tükettikleri şey, duygularıdır..

Yüksek kültürlü, her şeyin bol ve kolay ulaşılabilir görünümün ardında bu tip toplumun en ulaşamadığı, esasında en muhtaç olduğu şey, gerçek anlamda insani ilişkiler, sevgi, merhamet ve şefkat duygusudur. Şu bir gerçektir ki, aile, toplumsal tarihsel gelenek, derin kültür ve milli ülküyü ve en önemlisi inancı yaşatacak araçlardan mahrum edilmiş bir toplumda en önce yozlaşacak ve kaybolacak şey insani ve manevi değerlerdir.

Bu yüzden gençlerimize yaşamın gayesini, dünya hayatı ile ölüm sonrası bizi bekleyen sonsuz planı, nereden ve ne için geldiğimizi, Allah’ın bizi nasıl bir sevgi ile yarattığını ve bizlerin içinde O’nun sevgisinden tecelli eden ruhun bulunduğunu, bu ruha ne kadar özenle sahip çıkmamız gerektiğini, birbirimize Allah’tan ötürü nasıl sevgi duyacağımızı, kardeşliği anlatabiliyor olmalıyız.

Gençlerimizin karşısına çılgınca dizi, magazin, gece hayatı programları değil, yaradılış gerçeğini ilmi olarak anlatan eserleri, Kuran’daki hakikat ve bilimsel mucizeleri, iman hakikatlerini, insanın içinde sanata, mimariye, estetik ve zevk duygusuna şevk uyandıran bilgileri koyalım. Hatta bu çağrıyı sadece ailelere, anne-babalara değil, devletimize, Milli Eğitim Bakanlığına, Sivil Toplum Kuruluşlarımıza da yapalım. Bu etik ve ahlak eğitimi genel eğitim sistemimizin ayrılmaz, elzem bir parçası olmalıdır.

Bu gerçekliği iyi kavrayan gençlerin ilgi odağı ne alkol olur, ne de başka kötü alışkanlıklar. Kuran okuma alışkanlığını bilimsel gerçeklerle paralel öğrenen birisinin ilgi odağı, bilim olur, teknoloji olur, okumak, araştırmak, sanatla uğraşmak, çevresini güzelleştirmek olur.. Her şeyden evvel kendi öz varlığını, kendi ruhunu güzelleştirmek, çünkü Kuran’ın bildirdiği güzellikler çerçevesinde yaşayan insanın en çok gözetlediği şey tüm evrenin Yaratıcısı ve dünya sonrası asıl gerçek hayatı tarif eden Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmaktır.


Ferda Ozcan
Twitter: @FerdaOzcan




6 Ağustos 2013 Salı

“CESUR YENİ DÜNYA” DÜZENİNE KARŞI DAHA CESUR İSLAM BİRLİĞİ

“CESUR YENİ DÜNYA” DÜZENİNE KARŞI DAHA CESUR İSLAM BİRLİĞİ

Aldous Huxley’in 1931 yılında kaleme aldığı “Brave New World” (Cesur Yeni Dünya) adlı kitabında 26. yüzyılın yapay toplumu anlatılır. Bu toplum tamamen zihni konrol altına alınmış bireylerden oluşur ve katı kast sistemine dayalıdır. Bu topluma istenen tüketim ve davranış biçimine yönlendirmek için, bebeklikten itibaren belirli telkinler verilir, doğaya sevgi, bilgiye ve araştırmaya yönelim, düşünme yeteneği, inanç sistemleri, ahlakı algılama biçimi vb. insani değerler bebeklerin yetiştirildiği kreşlerde biçimlendirilir, çeşitli bilinçaltını etkileme yollarıyla tam istenen insan tipolojileri üretilir ve böylelikle tüm dünya kontrol altında tutulur..

Kitabın bir bölümünde örneğin insanda kitap ve çiçek sevgisinin nasıl yok edilip, hatta nefrete dönüştürüleceği anlatılır... Başta kitap ve çiçeklerle dolu odaya konan, kitaplara çiçeklere alıştırılıp, onlarla sevinç çığlıklarıyla oynayan 8 aylık bebeklere o an orta şiddette elektrik şoku verilir, bu işlem birkaç kez tekrarlanınca, bebekler kitap ve çiçekleri gördükleri an dehşetle paniğe kapılıp ağlamaya başlar ve onlara asla yaklaşmaz.

Huxley’in anlattığı bu dünya, kitabı yayınlandığında birçok eleştirmen ve okuyucu tarafından ütopik olarak değerlendirilmişti, ne var ki aradan geçen 70-80 yıllık süreçte, bugün bu kitabı ele aldığımızda, birçoğumuz böyle dünyanın ütopik olmadığını, tam aksine bizi çevrelediğini ve içine hapsetmeye çalıştığını anlıyoruz.

TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ

“Toplum Mühendisliği” dünyayı şekillendirmek isteyen güçlerce çok aktif kullanılan bir araçtır. Bu mühendislikte, medya kartelleri, çeşitli ülkelerde çeşitli kesimlerden yazar ve yorumcular, TV adamları, siyasetçiler, sanatçılar, tanınmış şahsiyetler, akademisyenler ve hatta sporcular kullanılmaktadır.

Bugün Hollywood’un, ABD’nin koskoca gelir kaynağı ve sinema endüstrisi olmakla kalmayıp, Pentagon, CIA gibi ajanslarla ortak çalıştığı ve toplumlara belirli mesajlar yerleştirmek için kullanıldığı bilinen bir gerçektir.

Bu anlamda en etkin olan Hollywood ürünleri, özellikle Amerikan yaşam tarzının reklamı, ordusunun yenilemez ve üstün olduğu, Batı tarz müziğin dünyanın her yerinde dinlenmesi konularında paha biçilemez! bir hizmet vermektedir.

Son birkaç onyılda da, Allah inancı, din ve özelinde Müslümanlık üzerine farklı algılar inşa etme çabasına şahit olmaktayız.

11 Eylül saldırıları öncesinde de ve saldırılarla birlikte çok pekişerek şu algı inşaatı devam etmektedir:

-         “Terörizmi İslam’la aynı çizgide” gösterme telkini
-         Mezhep çatışmalarının körüklenmesi.

MADALYONUN DİĞER YÜZÜ

Şimdi Dünyada yoğun olarak işlenen “İslamofobi” telkininin öteki yüzünden bakarsak; bu fobinin doğması için neler yapılmıştır ?

Nasıl Huxley’in bebek deneyi örneğinde, bebeklerde elektrik şokla kitap ve doğadan uzaklaşma ve korku algısı oluşturulduysa, dünyada da elektrik şok işlevini gören araçlarla İslam’a karşı uzaklaşma ve korku algısı oluşturulmaktadır.

Bu bilinçli ve çok iyi tasarlanmış bir stratejidir...
İslam’a karşı korku gerçekte, İslam’ın içinden dünyayı korkutacak ve tehdit  unsurlarını çıkaracak olmasından değildir asla, bu korkunun sebebi İslam’la bağdaşmayan ve İslam’ın içinden çıkmayan “elektriksel şokların” yapay olarak tasarlanıp verilmesinden kaynaklanmaktadır.

ABD, NATO veya BM askeri güçlerinin tek tek Taliban veya El-Kaide tehdidinin oluştuğu her coğrafyaya konuşlanması ve o coğrafyaların doğal kaynak zengini olması hepimiz için tesadüf olmadığının aşikar örneğidir. Diğer yandan da CIA’in Taliban ve Hizbullah’la yakın ilişki kurduğu gerçeğinin zaman zaman medyaya sızması dikkat çekicidir. Taliban’ın, El-Kaide’nin, Hizbullah gibi örgütlerin nasıl ve kimler tarafından finanse edildiği ise üzerinde detaylı ve dikkatle düşünmemiz gereken bir gerçektir.

Öte yandan İslam ülkelerinin Batı medyasında sürekli eğitimsizlikle, sefaletle, iç kargaşa ile, salgın hastalıklar, bağnazlık, kültürsüzlük, İslam’ın da aslında yasakladığı hurafe inanışlar ile katı vahşi geleneksel törenin uygulanışı ile gündeme getirilmesi yine korku salan, nefrete ve fobiye yol açan bilinçli bir algı yaratma çabasından başka şey değildir.

Tıpkı, tüm İslam ülkelerini “kültürel emperyalizm” planının içinde alınıp, ekonomik gelişmeye, kültürel kalkınmaya, bilim ve teknoloji yatırımlarının yapılmasına çok sayıda yollarla izin verilmemesinin de aynı planın parçası olması gibi..

İSLAM TOPLUMU NEDEN HEDEF ?

"İslam" kelimenin kökü itibariyle "barış" anlamına gelmektedir. İslam dininin hakkıyla yaşandığı ve Kur'an'daki hoşgörü, sevgi ve güzel ahlakın hakkıyla gözetildiği toplumlarda anarşi ve kargaşanın olması pek kolay değildir. Dahası, Kuran ahlakının yaşatıldığı toplumun bir takım küresel hegemonya kurmak isteyen derin güçlerce abluka altına alınması ve sömürülmesi mümkün değildir.

Çünkü İslam insan ruhunu ve karakterini en yüksek kalitede tutan bir yaşam motivasyonudur. Kuran ahlakına ve İslama gerçek tüm manasıyla uyan kişi, öncelikle bilgilidir, araştırmacıdır, moderndir, sevgi ve neşe doludur, etrafındaki herkese, diğer dinler dahil olmak üzere son derece saygılıdır, hoşgörülüdür, Müslüman adalet dengesini en yüksek seviyede tutar ve en yapmayacağı şey, kavga, fitne ve kargaşadır.

İslam literatürüne baktığımız zaman anarşizmin karşılığı da "fitne"dir. Kuran ve hadiste fitne kelimesi "saptırma", imtihan, kargaşa ve "isyan" gibi anlamlara gelirken, "fitne" kelimesi toplumsal anlamda anarşi ve kargaşayı ifade etmektedir.

Gerek Kur'an'da gerek hadislerde fitne açık bir biçimde eleştirilmekte ve uzak durulması istenmektedir. Allah Kur'an-ı Kerim’de: " Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır. (Enfal Suresi, 25.ayet) buyurarak kargaşa ve anarşinin tüm insanlığı tehdit eden tehlikeli ve korkunç sonuçlarına işaret etmektedir.

Hz. Peygamberimiz (s.a.v), demokrasinin en önemli unsurlarından biri olan muhalefete karşı da şiddet kullanmamıştır. Kendisine karşı gelenlere bile tebessümle karşılık vermesi en sert kalpleri bile yumuşatmıştır.

Yani İslam’ın insanlara kazandırdığı yaşama ve düşünme biçimi, yazımın en başında dile getirdiğim, toplumu istendiği gibi kurgulama planının en güçlü, en yenilemez anti-zehri, bir devleti, bir mlleti, bir ümmeti koruyacak ve dünyada barışı sağlayacak olan en kuvvetli kalkandır. Bunu öteden beri çok iyi bilen derin güçler, İslam’ı ana hedef olarak belirlemişler, Müslümanların yoğun olarak yaşadığı coğrafyaların bir de doğal kaynak zengini olması, bu derin planı daha da sertleştirmiş, acımasızlaştırmıştır.

Bu yüzden derin dünya planlarının bu cesaretine karşı daha fazla cesaret ve güç kazanmak için Dünya Müslümanlarının Birlik kurması vazgeçemeyeceğimiz, ihmal edemeyeceğimiz bir ihtiyaçtır. Allah’ın Kuran ile bildirdiği bizim iyiliğimiz ve huzur çinde yaşamamız için farzı ve emridir. Bu yüzden Batı derin devletinin bu yayılmacı toplum mühendisliğine vereceğimiz en iyi cevap ve en cesur dünya düzeni olan İslam Birliği’ni kurmaktır.

Ferda Özcan

22 Temmuz 2013 Pazartesi

SEVGİ TOPLUMUNU YIKABİLECEK HİÇBİR DARBE YOKTUR

SEVGİ TOPLUMUNU YIKABİLECEK HİÇBİR DARBE YOKTUR

Devletlere ve aslında onların toplumlarının geleceğine karşı yapılan iki darbe türü vardır; biri silahlı kuvvetlerce bir anda, diğeri yıllarca devam eden bir süreçte, o toplumun değerlerini, kültürünü, inançlarını, birliğini, fikri yapısını istenen yönde değiştirerek yapılır. Bunun için de, eğitim sistemine nüfuz etme, medya kanalları, akademik çevreler ve ekonomiye müdahalelerle yapılır.

Ne var ki bu iki darbe türü de uzun süre hazırlanır, planlanır, bunun için büyük anlaşmalar yapılır, derin, belki yan yana fikren getiremeyeceğimiz odakların fiilen ittifakları  kurulur.

Bu darbelere hazır olmayan, özellikle fikri ve manevi açıdan zayıf olan toplumlar kolay dönüşür, kurulan komplo ve provokasyonların tuzağına çok daha kolay düşer. Bu yüzden de, bir devlet, toplum veya bir bölge etki altına alınmak istendiği zaman, ilk hedef alınan şey o toplumun birliğini ve gücünü oluşturan değerleri olur.

SEVGİ TOPLUMU

Bir ülke düşünün, o ülkenin en büyük kentinden en ufak kasabası ve köyüne kadar sokakları cıvıl cıvıl, tertemiz, her yer bakımlı, yeşil, çiçeklerle, heykellerle, ağaçlıklarla süslenmiş, parkları fıskiyelerle, göletlerle, çeşmelerle donatılmış, her ev birer mimari eser gibi özenle yapılmış, ışıklandırılmıştır.

O ülkenin insanları huzurlu ve pozitif, herkes birbrine karşı son derece saygılı ve sevgi dolu. Her sabah birbirini tanımayan insanlar bile bakkalda, fırında, kafede karşılaştıklarında gülümseyerek selam verir ve birbirine hayırlı işler diler. Her dile, her renge, her mezhebe, her dine burada yer var ve bu ülkedeki insanların birbirine sevgisi herkesin huzurunun teminatıdır. Hiçkimsenin aklına diğerini, konuştuğu dil, giydiği kıyafet, kıldığı ibadet veya kılmadığı ibadet veya sahip olduğu inanç yüzünden dışlamak, kınamak, hor görmek gelmez.

Bu hoşgörü, bu tahammül, bu saygı, birlik-beraberlik içinde huzurlu yaşamanın temelidir ve bu temelin değeri öyle yüksektir ki, böyle toplumda hiçbir şiddet düşüncesi, şiddetin, terörün çağrısını, eğitimini, propagandasını yapan, toplumu parçalara bölüp karşıt fikirler doğurtan hiçbir plan, hiçbir örgüt yaşama ve kök salma sahasını bulamaz.

Bir toplumun sevgi toplumu olmasını, yüksek değerlere, yüksek kültüre, kaliteli eserlere, mimariye, sanata sahip olmasını sağlayacak düşünce sistemi inancın sağlamlaştırılmasıyla mümkün olur. Sevgi toplumunun teminatı olabilecek herşey ise Kuran-ı Kerim ahlakında var. İslam sevgiyi, her düşünceye saygıyı, yüksek akli, fikri ve manevi değerleri pekiştiren, bir yaşam tarzı, bir düşünce sistemidir. Yobazlık, bağnazlık, kalitesiz karanlık yaşam, şiddet, bilimden, kaliteden, sanattan uzak duruş, toplumun tam üyesi olan kadını toplumdan dışlama ve ezme anlayışı - bunlar Kuran ahlakıyla, dolayısıyla İslam’la asla bağdaşmayan düşünce sistemleri olup, İslam’ın doğru anlatılmaması, eğitilmemesi, eksik bilinmesinden kaynaklanmaktadır.

DARBELERE KARŞI KORUNMAK...

Yukarıda bahsettiğim sevgi toplumu modeline kavuşmamız, bizi her zaman için her iki darbe, derin yıkım planları, bölücü politikalar ve asimile etme stratejilerine karşı bir kalkan gibi koruyacaktır.

Çünkü ruhlarında birbrine Bir Yaradan’dan yaratılmış olmanın bilinci ve sevgisiyle bağlı olan insanlar, kendiliğinden her bölücü propaganda, fikri ayrılık komplosu, şiddet senaryolarına karşı bilinçli duracak ve oyunların içine çekilemeyecektir.

İslamiyet’i her haliyle iyi bilen, iyi anlayan insanlar, toplumun her kesimine büyük şefkatle, saygıyla, kucaklamayla yaklaşacak ve bu toplumsal iletişim, domino etkisiyle tüm toplumda olumlu bir havanın yeşermesine neden olacaktır.

Psikoloji biliminden de bildiğimiz üzere, pozitifliğin hakim olduğu ortamlarda daima başarı olur. Bu yüzden böyle bir sevgi ve pozitiflik toplumunda ekonomi güçlenir, herkese kazanç sağlama imkanları açılır, toplumsal ahlak düzelir, ahlaksızlıklar kendiliğinden o toplumdan elimine edilir, suç örgütleri eleman kazanamayacakları için kendiliğinden erir gider, bu arta kalan enerjiyle bilinçlenen genç nüfus kendini bilime, sanata, teknolojik gelişime yönlendirir.

SEVGİ TOPLUMUNU KURMAK İÇİN NE YAPMALI ?

Sevgi, Allah’ın insanlık için yarattığı çok özel mucizesidir aslında, çünkü oluştuğu her kalp ve ruh, hayata yepyeni pencereden bakar ve o pencerede asla kötülük yoktur.

Sevgiyi, toplumumuzun ayrılmaz öz varlığı kılmak ise elbette ki bir takım faaliyet ve çalışmaların yapılmasını gerektirir:

§  Çocuklarımız daha ilkokul sıralarından doğayı, canlılığı sevmeyi öğretilmeli, bunu öğrenirken canlılığın ve doğadaki herşeyin nasıl var olduğunu da öğrenmelidir.
§  Okul müfredatlarımız artık geçerliliğini yitiren bilimselliği kanıtlanmamış, evrim gibi bilimsel hiçbir veriye dayanmayan teorilerden arındırılmalı. Çocuklarımız derslerinde, “maymundan geldik”/ “doğal seleksiyon” gibi kafa karıştırıcı tek tip konuları görmekten korunmalıdır. Bu teoriler anlatılacaksa bile, karşılığında bilimsel destekli konularla Yaradılış ta anlatılabilmelidir.
§  Çocuklarımızın ilkokuldan üniversiteye kadar sanat, estetik, etik, kültür gibi branşlarda gelişmesi için her tür imkan sağlanmalıdır.
§  Ahlak ve sevgi dersleri hem okullarda okutulmalı, hem aileler de bu programın parçası olmalıdırlar.
§  Devlet, STK’ların da desteğini yanına alarak çeşitli yayayın kuruluşları, TV, görsel, basılı ve sosyal medya aracılığı ve her tür canlı etkinlikle şiddeti, bölünmeyi, terörü, anarşiyi, bozgunculuğu anlatan, yayan ve propagandasını yapan fikri akımlara karşı anti-anlatımlar yapmalı. Bu anlatımlar kuru ve soğuk değil, renkli resimli kitapçık ve broşür, video yayınlar, kamu spotları ve belgeseller yoluyla olamlıdır.
§  Nüfusumuzun %99’unun dini inancı İslamiyet olması sebebiyle, dileyen herkese “Bilimsel Kuran” öğrenme yolları açık olmalı, bunun için böyle seçmeli dersler, kurslar teşvik edilmeli, dinin bilimle paralel, doğru yorumla, yobazlığın yayılması önlenerek eğitimi sağlanmalıdır.

Topluma bu şekilde gelişim sağlama imkanı tanındığı zaman, bu toplumun ruhu çelik gibi sağlam olur, toplumun ortak hedefi, ortak manevi değeri, tehlikeli fikriyatlara karşı sağlam bilgisi ve en önemlisi birbirine karşı sevgi ve saygısı olur.

İşte böyle bir toplum olabildiğimiz zaman, bizleri bölebilecek, birbirine düşürecek, bizleri yıkacak hiçbir darbe ve darbe girişimi asla başarılı olamayacaktır.





11 Temmuz 2013 Perşembe

DARBESİZ BİR İSLAM DÜNYASI

DARBESİZ BİR İSLAM DÜNYASI

‘Demokrasi’ tanımının özünde halkın özgür seçimle ülkesini yönetecek yöneticiyi seçme/belirleme hakkı ve özgürlüğü vardır.. Bunun içindir ki, günümüzde doğru demokrasinin pratik uygulaması olarak çoğulcu sistemler geliştirilmiş, farklı fikirlerin iletilmesi için çok partili rejimler uygulamaya konmuştur. Elbette her modern demokraside özgür seçimlerin yapılmasını belirleyen kurallar, kanunlar vardır.. Yani seçimler hukuk çerçevesinde yapılır, yapılmalı da..

Eğer demokratik yaşam ve seçimle belirlenen yönetim, bir darbe yolu ile sekteye uğratılıyorsa, ne olursa olsun asıl darbeyi alan o ülkenin insan hakları, özgürlükleri ve demokrasisi oluyor.. Farklı deyişle o ülkenin halkı, insanıdır darbe alan..

Demokrasinin karşıtı ise basit tanımla diktatörlüklerdir. Yani özgür seçimlerin yapılmasına imkan vermeyen sistem kuranlar, ya seçim sistemini tamamen ortadan kaldıran ya da göstermelik olarak tek iktidar seçeneğini halk oylamasıyla onaylatan, halkı baskı altında tutan, farklı görüşlerin yükselmesine asla izin ve imkan tanımayan rejimlerdir..

Bugün örnek alınan Batı demokrasisi, temelini Fransız İhtilalinden alırken, mutlak monarşilerin, yani diktatörlüklerin sona erişini, iktidarların seçimler yoluyla belirlenmesini ve laik yönetim sistemlerinin gelişini simgelemektedir.

Ne var ki, bugün Fransız İhtilali geleneğine dayalı Batı (başta AB ve ABD) Beşar Esad’ın diktatörlüğüne göz yumarken, Mısır’da 30 yıllık Mübarek diktatörlüğünün yıkılmasından sonra ilk kez demokratik seçimle iktidara gelen Mursi hükümetine karşı askeri darbeyi desteklemekte, dahası bu harekete darbe adını bile koyamamaktadır.

Batı “demokrasisinin” bu iki yüzlülüğü daha birçok detayda karşımıza çıkmakta: Esad rejiminin şiddeti altında 2.5 yılda 80 Bin (!) den fazla kişinin ölmesi Batı medyasının sayfalarında pek yer almazken, destek verdiği Mısır’daki darbe ordusu sivil, silahsız, üstelik namaz halindeki insanların üstüne sırf devirdikleri iktidara destek veriyorlar diye ateş açabilmekte ve “demokrasinin beşiği” dediğimiz Batı bu olaylara da gözünü, kulağını kapatabilmektedir..

Nitekim, Batı’nın bu iki yüzlülüğü ve Ortadoğu coğrafyasına karşı giriştiği derin senaryo uygulamasına işaret eden her adımı, Türkiye’de yaşanan son Gezi olaylarından da kendini net bir şekilde ortaya koymuştur..

Türkiye’de bir iç savaş veya halkın darbesini gerektirecek hiçbir ortam ve şart oluşmazken, en önemlisi bir dikta rejimi veya dikta rejimine bir yönelme de yokken, Gezi olayları Batı medyasında günlerdir adeta “diktatörlüğe karşı direnen bir halk hareketi” olarak servis edildi, Türkiye’nin imajı, Batı toplumundaki algısı sanki Türkiye klasik bir Arap diktatörlüğü varmış gibi anlatıldı.

Bu tabloyu yukarıdan bir bakış açısıyla değerlendirdiğimizde şu sonuçları ortaya çıkarabiliriz:

1. Batı dünyası  İslam inancı unsurlarını taşıyan iktidarları istemiyor, kendi varlığının ve geleceğinin tehdidi olarak görüyor
2. İslam’ı hala düşman ve tehlike gören Batı, Ortadoğu’da ılımlı hükümetlerin yerleşmemesi için kendinin de dayandığı modern demokrasi temellerinden burada kolayca ödün verebiliyor
3. İslam’ı yaşayan toplumların ve yeni nesillerin yetişmesini tehlike olarak gören Batı’nın gizli servisleri öte yandan Ortadoğu’dan Orta Asya’ya kadar bağnazlığı ve yobazlığı yerleştiren aşırı dinci tarikatların sızmasına yardımcı oluyor, bu tarikatları o ülkelerdeki varlığını ve söz sahipliğini sağlamak için de kullanarak samimiyetsizliğini bir de böyle ortaya koyuyor
4. Batı ülkelerini de derinden saran derin devlet yapılanması var. Bu derin yapılanma Türkiye dahil, çeşitli ülkelerde medya, gazeteciler, ordu ve emniyet mensupları, ajanlar, iş dünyasını vb kullanarak kamuoyu ve gündemi yönetebiliyor.
5.  Bugün Batı toplumu kendi dini ve manevi değerlerinden uzaklaşıp, yozlaşma içine girmişken, İslam’ı doğru bir şekilde tanımıyor. Belli amaçlar taşıyan medyanın kendine servis ettiği haberler Batı toplumunun algısını yönlendiriyor, Türkiye ve Ortadoğu imajı bu şekilde yapay olarak şekillenebiliyor.
6. Bu şekilde kamuoyunun desteğini sağlayan Batı iktidarları ve arkalarındaki yapılanmalar Ortadoğu hükümetlerine müdahale ederken kendi toplumları nezdinden meşru zemin kurmuş oluyor.

PEKİ, DERİN BATI’NIN BU PLANLARI NASIL DURDURULUR ?

1. Öncelikle Türkiye’yi bu etkilerden korumak gerekir ve acilen yapılması gereken şey bir sevgi, hoşgörü ve anlayış toplumunu sağlayıp teminat altına almaktır. Türkiye’yi yöneten iktidarlar olabildiğince şeffaf bir şekilde icraatlarını ve planlarını özel yayın kanalları, kamu spotları, özel gazete ve broşürlerle halka devamlı anlatmalıdır. Karşılıklı güven ortamı sağlanmalıdır.
2. İktidar, karşıt fikre sahip olanların yaşamı ve özgür varlığı için bir tehlike taşımadığını, onların fikrine ve yaşam tarzlarına sadece saygılı kalmayıp, kendilerini güvende hissetmeleri için gereken şart ve koşulları sağlayacağını, kültüre, sanata, mimariye, bilime, teknolojiye var gücüyle yatırımlar yapacağını anlatmalıdır.
3. Daha ilkokul çağlarından başlayan sevgi, etik ve ahlak eğitimi verilmeli, bunun için müfredatlarda özel programlara yer açılmalı. Sevgi ve ahlak ise, toplum olarak değer verdiğimiz konuların da anlatımıyla öğretilmeli, dinimiz bilimsel konularla desteklenmeli, çocukların anlayacağı şekilde özel filimler, belgeseller, ilgi çekici kitapçıklar hazırlanmalıdır.
4. Benzer şekilde tehlike arz eden ideolojiler, ruhsuzluğu besleyen materyalist bakış açısı ve fikriyatı da anlatılmalı ki, gençlerimiz bu fikri yapıların derin etkisine karşı hazırlıklı yetişsin ve güçlü olsunlar.
5. Manevi olarak çok güçlü ve dilinden, etnik yapısından, köklerinden, hayata bakış açısından bağımsız birbirine kenetlenmiş sağlıklı, bilinçli, modern, bilgili, kültürlü bir toplum yetiştirmeliyiz.
6. Bu şekilde toplumumuz tüm Ortadoğu, Afrika, Asya coğrafyasında yaşayan Müslüman toplumlara örnek teşkil etmeli.
7. Türkiye’yi örnek alan bu toplumlar Türkiye’deki toplum modeline ve uygulama biçimlerine de yönelecek, Ortadoğu toplumu bu etkiyle kendine karşı oynanan oyunlara karşı direnç kazanacaktır.
8. İkinci olarak ise, İslam dünyasının mutlaka bir Birliğe ihtiyacı var. Bu İslam Birliği sadece din birliği değil, temelinde, kültür, sanat, bilim, ekonomiyi de birleştiren bir birlik olmalıdır.
9. Elbette ki bu birliğe yön verecek çok iyi bir yöneticiye ihtiyacı da vardır İslam Dünyasının. Kültürü, bilgisi, üslubu, kucaklayıcılığı, samimiyet ve sevgisiyle tüm İslam alemine örnek olacak bir lidere.

Böyle bir sevgi birliği ve örnek bir liderle İslam Dünyası eminim ki, derin Batı’nın her tuzağına çok hazırlıklı olacak ve Batı’nın “endişelendiği” demokrasi ortamı kendiliğinden Batınınkinden de çok daha sağlam bir şekilde tesis edilecek. Derin Batı’nın darbeler ve iç siyasetlere müdahaleler yoluyla “demokrasiyi tesis” etme ihtiyacı ve bahanesi hiç oluşamayacak. Dahası Batı Dünyasının karşısında gördüğü böyle bir İslam Birliği kendi varlığı ve güvenliği için “hayır” diyemeyeceği bir ihtiyaç haline gelecektir.



_